15 Ağustos 2009 Cumartesi

Hayat Hikayelerim-Kürşad.


1999 yılının ilk ayları.Hava soğuk mu soğuk.Hiç sevmem ben soğuğu o zamanlar da sevmezdim.Annem öleli henüz bir ay olmuş oysa dışardan bana bakan bir insan dört dörtlük bir hayatın içinde yaşadığımı zannedebilirdi.Normaldim,normale benziyordum,aslında normali oynuyordum.Annem’e bakma sorumluluğu bir anda omuzlarımdan kalkınca boşta kalan zamanlarımı doldurma hevesi içersinde kendime bir meşgale arıyordum.İşte öyle günlerden birinde şimdi nasıl öğrendiğimi hatırlayamadığım bir şekilde Bakırköy Belediyesinin radyo sunuculuğu kursu açtığını öğrendim.Gitmeliydim,öyle ya ben sıradan bir işte çalışamayacak kadar yetenekli,sıradan olamayacak kadar farklı,büyük şeyler için yaratılmış bir kızdım ve bu içimde taşıdığım yeteneği bir şekilde dışarı çıkarmalıydım.

Ellerim hayatım boyunca beni en çok seven erkek olacağını sonradan anlayacağım erkeğin ellerinde bir cumartesi öğleden sonrası gittim yazıldım kursa.O hafta içersinde sevgilim Hakkari’ye askere geri dönerken ben kursun yolunu tuttum.Başıma geleceklerden habersiz,bir insanın kendi hayatıyla nasıl oyunlar oynayabileceğini öğrenecektim.

O’nu ilk gördüğümde ,işte dedim ;güç dediğin şey böyle olmalı.Nasıl da kudretli bir görüntü,nasılda saklanabileceğin ,seni koruyacak,bir ömür kollayacak bir adam görüntüsü.Nasılda vakur ve kendinden emin…O’nu ilk gördüğümde bunları düşünmüştüm,O’nu kurs öğretmenimiz;Kürşad’ı.

Kürşad, modern görünüşlü bir Anadolu erkeği,Kürşad Bayburt’lu,Kürşad koyu bir milliyetçi öyle ki başka siyasi görüşlere tahammülü yok.Kürşad oldukça güzel,hani kadın olsa bu kadar olur dedirten türden.Sırf ben değil kursta ki tüm bayan öğrenciler çevresinde pervane.Hepimizin yürekleri hopluyor o kapıda görününce.

Ama o bilmem sebebi neden onca güzel kız arasından,belki de en kolay olanı ben olduğum için,en çok sığınmaya ihtiyaç duyanı ben olduğum için beni seçecek,bense zaten Hakkari ‘de askerlik yapmaktan ruh hali pek de iyi olmayan sevgilimden bir anlık öfkeyle sonsuza dek ayrılacak ve çok kısa sürede Kürşad’ın sevgilisi olmayı başaracaktım.

Kürşad’ın hayalleri benden de büyük ve aramızda ki fark ben hayallerim uğruna kendimi ,oysa beni yakmaya meyilli.İçine girdikçe görüp de görmezden geleceğim,anlayıp da anlamamazlığa vuracağım o kadar çok şey olacak ki…

Kürşad ;Bayburt’tan geleli çok olmamış,hayallerinin peşinden koşarken aslında hiçbir şey olamamış,işsiz güçsüz bir adam.Zavallılığını saklayabilmek için güç gösterilerine başvurabilecek tiğnette bir adam.

O sıralar Gümüşsuyu’nda bir arkadaşıyla birlikte yaşamakta Kürşad.Bense evin tüm ihtiyaçlarını ,para dahil elimde avucumda ne varsa sormadan sorgulamadan aşktan sayıp akıtmaktayım kendisine.Karşılığında biraz sevgi görmek umuduyla.Hala düşündüğümde neden bu kadar geç uyandım gerçeklere, neydi beni bu kadar süre orada tutan,beni kullanmasına izin verecek kadar şuursuz davranmama sebep olan şeyi bulamamaktayım.Belki başta söylediğim gibi ,ben o aralar normali oynamaktayım.

Havanın bahara çaldığı bir akşam Gümüşsuyu’nun merdivenli sokaklarında oturdum,Kürşad’ı bekliyorum.Gelmesi gereken saati çoktan geçmiş ama ben sadık bir köle olduğumdan sabırla soğuğa rağmen bekliyorum.Muhtemelen başka bir kadının koynunda olduğunu içten içe bildiğim halde bekliyorum.Benim gibi bekleyen biri daha var sokakta.Gençten bir delikanlı,kız arkadaşının da o sokakta oturduğunu,evde olması gerektiğini ama kapıyı açmadığını söylüyor bana.Sonra saati soruyor.O saatin kaç olduğu sorusuna verdiğim cevap ,hayatım boyunca bedeli en ağır olan cevap oluyor.

Delikanlıya saati söyleyip arkamı döner dönmez,Kürşad’ı buluyorum karşımda.Bakışları bir tuhaf ama anlam veremiyorum.Apartmanın kapısını açıp yürüyor ,arkasından gidiyorum.Evin kapısının önüne geldiğimizde,hoş geldin sevgilim öpücüğü yerine suratıma o güne kadar kimseden yemediğim kadar ağır bir tokat iniyor.Şoka giriyorum,karşı gelemiyorum,sesim bile çıkmıyor ama durmuyor.Kapıyı açıp beni içeri fırlatıyor,ben artık ben değilim.Ruhum çoktan bedenimden çıkmış,artık bu bedende yaşamaya isyan etmiş,odanın içinde açık bir pencere bulup kaçmaya çalışıyor.Kürşadsa hala yerde ancak hıçkıra hıçkıra ağlamayı başarabilen beni tekmeliyor.

Birden duruyor,olduğu yere çöküyor.Bunu yapmaya onu zorlayanın ben olduğuma dair bir şeyler zırvalıyor.İçimi bir öfke kaplıyor,ağzımda kan tadı var,sanırım dudağım patlamış.Suratımın hali içler acısı.Yığılıp kaldığım yerden doğruluyorum,tek istediğim gitmek,sonsuza kadar gitmek,neresi olursa gitmek…

Evde ki birkaç parça eşyamı toplayıp hızla çantamın içine dolduruyorum.Sokak kapısının önüne geldiğimde sanki görünmez bir el beni durduruyor.Bir yandan ağlarken bir yandan dönüp ona bakıyorum.O ise sadece şunları söylüyor;

- Benim kadınım arkasına bile bakmadan çıkıp gidecek kadar güçlüdür!!!

Gidemiyorum!Bugün bile anlam veremediğim bir sebepten,belki sevgiye olan açlığımdan,belki merhametten belki duyduğum sevginin gücünden oraya mıhlanıp kalıyorum.Gidemiyorum,kalan hayatımda kendimi gurursuzluğa mahkum ediyorum.Gidemiyorum,kendimi sonra ki günlerde yaşayacağım çok daha kötü şeylere razı ediyorum…

Devam Edecek…

14 Ağustos 2009 Cuma

Geri Geldiiiim!!!!!!!


Yahu bir rahat huzur yok mu sizden bana? İki gün kafa dinleyeceğim ,biraz kendime sormak istediklerim var ,almam gereken kararlar var dedim.Demez olaydım.Herkes benim temelli gittiğime karar verdi.Git - mi -yo-rum..

Şaka bir yana bu kadar sevildiğimi ben bile bilmiyordum.Sayenizde depresyon nedir unutacağım sonunda...Hepinize ne kadar teşekkür etsem az.Paylaşımlarınız muhteşem,kendimi bir kez daha çok şanslı hissettim,sizin gibi dostlara sahip olduğum için.

Yalnız kaldığım bu süre zarfında bugüne kadar sıklıkla güncel şeyleri yazdığım Sahibine Mektuplara hayat hikayelerimi yazmaya karar verdim.Öykü cesaret mimini bana yollarken tüm bunlara sebep olacağını eminim düşünmemişti ama ben biraz da bu mim sayesinde bugüne kadar pek çok insana değştirerek anlattığım hayat hikayelerimi bu kez tüm gerçekliğiyle anlatacağım.Bu bir nevi neden bu kadar güçlü görünmek (bazen kendim dışında kalmak) zorunda kaldığımında hikayesi olacak.

Aslında bu benim için çok ürkütücü ve zor.Aralarında değil yazmak anımsamak dahi istemediğim o kadar çok şey var ki.Ama bu benim kendimi arama serüvenim oldu artık.Sonucu ne olacak bende bilmiyorum.Ama geçmişte yazdığım her yazıyı ekledikten sonra daha iyi hissettiğimi düşünecek olursak kendi adıma büyük bir adım atıyor olabilirim.Sonuçta yaşayıp göreceğiz.Sizlere de düşen bir görev var;beni eleştirmek...!Sakın üzülüp kırılacağımı düşünüp beyninizden geçenlere gem vurmayın ve yazdıklarım için kendinizi üzüp hırpalamayın...

Şimdilik bu kadar,muhtemel yarın ilk yazımı eklemiş olacağım...


Sevgiyle KALIN...


12 Ağustos 2009 Çarşamba

Teşekkür ve Kısa Bir Veda...


İçimde kocaman bir hüzünle uyandım bugün.Nedensiz yere boğazımda oturan yumrularım vardı bu sabah.Keyifsizdim.

Boynuma soru işaretleri asılıydı ve ben onları kurcalamaya hiç hevesli değildim.Sanki cevapları bulmak bazı şeylere son verecek ve can yakacak gibiydi.Cehalet mutluluktur dedim içimden de işte bir kez kurt düşüvermişti aklımın bir köşesine...

O sebeple bir süre yalnızım...Çokcadır keyif almadığım hayatın beni pataklamasına izin vermeye karar verdim.

Ama gitmezden önce Ali Bey'e teşekkür etmek istedim bugün sonuncusunu yayınladığım yazıdan ve zerafetinden ötürü.Baktım ki kelimeler yalın kalacak ben de bu aralar çok dinlediğim bir şarkı hediye edeyim dedim.Umarım kendisi de beğenir...

Hepiniz Sevgiyle KALIN.....


II.Bölüm ve Son.



-Ali Abi Neden Durdunuz Ne oldu ? Eski hatıralar mı Acaba ?

-Hayır o değil. Dilim.

-Aaa ! dilinize bir şey mi oldu ?

-Yok, Kurudu.

-Tamam ben size bir gül şerbeti getireyim.

-Ala olur, Başak. Bir tanede kıymalı gül böreği rica edeyim.

-Tamam, şimdi getiriyorum.

-Oh Oh, ellerine sağlık pek bir hoş olmuş. Yufkada pek ince.

-Evet, sizi dinliyorum.

-Acaba bir gül şerbeti daha mı alsam ?. Pek güzel, buruk, biraz da baygın olmuş.

-Ali abiiiiiiiiiiiiiiiiiii. Ama sabırsızlanıyorum.

-Anlatmak kolay bir şey değil tabii Başak. Zaman zaman hafızam sisleniyor. Ama bu gül şerbeti açıyor beni. Hafızamı tazeliyor. Dilim tatlanıyor, ne diyeyim.

-Ali Abi bak, deli olucam artık. Sürahiyi önünüze koyuyorum ve sizi dinliyorum.
-Şimdi, Efendicağızıma söyleyeyeyim. Nerde kalmıştık. Bak yine hafızam gidip geliyor.
-Ali abiiiiii. Okuldan eve gelmişti Ali Necip

-Hah, Evet bak, şerbet işe yaramaya başladı.

Gece deliksiz bir uyku çekiyor bizim cin Ali. Kendinden emin zira. Kendi kağıdı ötekiler arasında gümbürtüye gelecek, bir de yoklama kağıdında na tamam gözükmüyor. Yaptığı cinliği de kimse bilmiyor ve böylelikle ispiyon ihtimali de ortadan kalkmış. Sabah kalktığında keyfine diyecek yok. Kahvaltı falan derken, sardalya kutusu misali bir otobüsle okula varıyor. İlk derse başladıklarında içinde garip bir duygu peyda oluyor. Korku gibi bir şey. İlk defa o an kendine “Ya anlaşılırsa. Ne olur” sorusunu soruyor. Kalbi bir tuhaf atmaya başlıyor o zaman. Öğle tatiline kadar, dersleri sürekli kalp çarpıntısıyla geçiriyor Ali Necip. Devamlı gözü sınıf kapısında, gelen giden olacak mı diye. Fakat öğleye kadar hiçbir görevli hocanın, kendisini idareye çağırmamış olmasından sebep rahatlıyor. Çağrılmaması, yaptığının çakılmadığının işareti. Öğle yemeğinde, kendi kendisine tüm pozitif olguları anlatıyor, yaptığı üç kağıtçılığın anlaşılmasının mümkün olmayacağına dair. İkna ediyor kendi kendini bir tehlikenin olmadığı yönünde.

Öğleden sonra üç ders var. En son saatte ise; vukuatını işlediği Mösyö Edizel’in dersi. Fakat idareden gelen istihbarat ve öğretmenler odasında var olan hocaların arasında Mösyö Edizel’in olmayışı, hocanın derse gelmeyeceğini doğruluyor. Bizimki daha bir rahatlıyor. Eee, tabii üzerinden ne kadar uzun zaman geçerse, hem olası deliller kararacak hem de kaynama olacak. Pek bir seviniyor, iyiden iyiye keyifleniyor sıpa. Öğleden sonraki, ilk iki saat beden dersi. Giyin soyun, atla, zıpla, hopla. Bizim hergele ve bir iki arkadaşı öğretmenler odasının ordan geçen metal köprünün altına mevziileniyorlar. Hepsi ergen ya, okulda ki bir iki bayan hocadan sebep göz banyosu ümidi içersindeler. Hayatı keşif ediyorlar kendilerince. Teneffüs çili çalıyor. Bizimkilerin gözleri ve hayalleri bomboş. El yüz yıkama faaliyetiyle teneffüste bitiyor. Hepsi sınıfa doluşuyor bizim kopuk takımının. Son derste ise Mösyö Edizel’in gelmeyeceği bilgisiyle sınıfta herkes ufak ufak çantaları toplamaya başlıyor. Birazda itiş kakış var sınıfta. Bizimki, kendisinin de dahil olduğu çete üyeleriyle, okul çıkışında neler yapılabileceği ve nereye gidebilecekleri konusunda fikir yürütüyorlar. Bizim eşek sıpası sobanın yanındaki tekli sırada oturuyor. Talihsiz. Sıra arkadaşı yok. Damgalı eşek gibi. Kaykılmış, rehavet içinde arkadaşlarını dinliyor.

Birden kapı yanında ki çocuğun Mösyö Lö Direktör( Müdür Bey) bağırışıyla herkes sıra altı, sıra üstü yollardan yerlerine oturuyorlar. Kapıdan, Müdür Mösyö Fek elinde imtahan kağıtlarıyla giriyor. Müdür kürsüye giden basamakları çıkarken “Beyler” seslenişine bizimkiler karşılık veriyorlar hep bir ağızdan. Bizimkinin biraz beti benzi atıyor. Müdürün neden tekrar gelmiş olabileceğini düşünüyor bir an. Yiğitliğe leke olmasın diye savuşturuyor bu soruyu aklından ama bizim sıpa pirelenmiyor da değil. Mösyö Fek, yoklama kağıdını imzalayıp elinde sınav kağıtları ile kürsüden aşağıya iniyor. Sınav kağıtlarını kontrol ettiğini, sınıfın başarılı olduğunu ve bu başarılarından mutlu olduğunu anlatan kısa bir konuşma yapıyor. Sınıfta bir alkış kopuyor. Bizimkinin içine su serpilince, bu da sırıtarak alkışlıyor. Alkış ve tezahüratı müdür elleriyle kesiyor ve “Mösyö İkizkaya Yanıma Geliniz” diye sesleniyor bizimkine. Bizimkinin o an, omurgası falan tutuluyor, hareketsiz kalıyor. Ayağa kalkamıyor. Kalksa, korkudan altına edecek vaziyette. İçinden “Sıçtık” diyor. Akıntı çağanozu gibi titreye tireye, yan yan müdürün yanına gidiyor ama ecel terleri içinde. Müdür, sınav kağıtlarının tümünü kendisine uzatıp, sınıfa dağıtmasını istiyor Ali Necib ten. Amanın, sorma ? Bizimki cehennem azaplarından kurtulmuş, sanki bir kuş. Yüksek sesle kağıttaki arkadaşlarının isimlerini okuyup, bir de aldığı notu söyleyerek uzatıyor sınav kağıdını arkadaşına. Bir yandan kendi kağıdı ne zaman çıkacak diye de merak ediyor. Bir,üç beş, on beş, yirmi derken kağıtlar bitiyor. Bizimki şaşkın, kendi kağıdı çıkmamış. Mösyö Fek’in yanına dönüp sınav kağıtlarının bittiğini söylüyor. Müdür başını sevip teşekkür ederek, omzundan tutarak yanına çekiyor. Müdür elini bizimkinin omzuna koymuş kırk yıllık dostu gibi. Fakat bizimki yediği naneden nerdeyse havale geçirecek. Bacakları titriyor. Sınıfta herkes susmuş, müdürle ve Ali Necib’e bakıyorlar.

Müdür kendisine, eksik kağıt olup olmadığını soruyor. Bizimkisi titrek bir sesle kendi kağıdının eksik olduğunu söylüyor, söylemesine de bayılmasına saniyeler var ve terden sırılsıklam olmuş. Sınıftaki herkes şaşkın. Fakat bir İrfan arkadan pis pis sırıtıyor.

Müdür, elini ceketinin iç cebine atarak bir sınav kağıdı ve bir dolmakalem çıkartıyor. Ve “Beyler” diyerek söze başlıyor;

Bu sınav kağıdı arkadaşınız Ali Necib’e ait. Kendi, kendisini sınava tabii tutmuş dün. Ve yedi puan, layık görmüş kendisi için. Aşlında yaptığı şeyi, sabah notları deftere işleyene kadar fark etmedim. Çok başarılı hazırlamış sınav kağıdını. Bütün işaretler ve imzam dahil, son derece mükemmel taklit edilmiş. Ben dahi, imzamı anlamakta zorluk çektim. Fakat dikkatli baktığımda her hırsızın yaptığı gibi bir hata yaptığını fark ettim. Ben hiçbir zaman kırmızı tükenmez kalem değil kırmızı mürekkepli dolmakalem kullanırım.

Bizimki tam, şeytan azapta gerek durumunda. Kesinlikle okuldan atılacağını düşünüyor. Bu durumda okuldan atılırsa hiçbir okul almaz kendisini. Buna mahalle mektebi de dahil. Anne ve babasının tepkisini düşünmek bile istemiyor. Tamamiyle kopmuş eşek sıpası, bıraksa kendini yığılacak yere.

Müdür susup yutkunuyor. İşte! Karar anı. Bittiği an Ali Necib’in. Müdür kendisinden kürsüye çıkmasını istiyor. Evet! Tam tahmin ettiği gibi. Karar müdür tarafından yüzüne okunacak ve her şey bitecek. Gidip kürsüye çıkıyor. Eski bir Lejyon subayı olan müdür kendisine dönerek;

“Bay İkizkaya ! Size Cesaretinizden Ötürü Yedi Yerine On Puan Veriyorum” diyor. Ve yazılı kağıdını kendisine uzatıyor. Sınıfta bir curcuna bir alkış koparken bizim Ali Necip te oraya yığılıyor.

Yaaa nasıl hocalar var değil mi ?. Terbiyeye bakım efendim.

-Biraz daha gül şerbeti var mı Başak ?

-Yok, Ali Abi. Sürahi de boşalmış. Böreklerde bitti.

-Vardır, vardıırrr.

-Ali Abi MİM bitti. Tamam. Herkes kendi bloğuna.

-Fakat ben burada mutluyum. İzzet ikram, her şey güzel kalsam olmaz mı ?. Bak ama sonrasını merak etmiyor musun? devamı da var. Sen bir dolaba bak Başak, limonata vardır belki.

-Yok Limonata da yok. Bitmiş.

-Tamam, Hadi Beni Bi Daha Mim’lesene …

Başak kıza misafirperverliğinden ve hamaratlığından dolayı teşekkür ediyorum. Her iki cihanda her daim yüzü gülsün, mutlu mütebessim yaşasın.

11 Ağustos 2009 Salı

Ali Abimizden Cesaret -MİM :)


Evet ,yanlış görmediniz.Aşağıda okuyacağınız yazının sahibi ben değilim.Sahibine Mektuplar Ali Abimizden mektup aldı...Okuyanlar bilir,geçen hafta cesaret mim'i için Ali abi'den de bir şeyler yazmasını rica etmiştim.(İtiraf etmeliyim ;adamcağızın başının etini yedim ) O'da beni kırmamış ve yazısını ikiye bölüp ,birde bana jest yapıp senin sayfanda yayımlayalım deyip yollamış.Tabii bendeniz ihya,zevkten sekiz köşe...Ehh kimselere nasip olmaz böylesi,bugün Sahibine Mektuplar rayting rekorları falan kırar diye bekliyorum.:)))

İşin şakası bir yana hepinizin huzurunda kendisine çok çok teşekkür ediyorum.O'nun sihirli bir yanı var bence ,dokunduğu yeri güzelleştiriyor....Ben lafımı burda kesip aşağıda çok keyifli bir yazının sizi beklediğini müjdeliyorum...Herkese keyifli okumalar...


Nisan ayından bu yana bu blog camiasında yazmaktaydım ama Mim meselesi gelsin beni bulsunda istemiyordum. Tatlı tatlı geçinip gidiyorduk bu alemde ve aslına bakarsanız; felan feşman beni MİM lemiş cümlelerinden başkaca da bir şey hakkında bilgi sahibi de değildim. Taa ki Başak Hanımefendinin lastik topu kaybolup akraba, eş-dost la oyun oynamak istemesine kadar. Bir gün geldi bana; şirin şirin, seni mimledim dedi. Ben anlamını dahi bilmiyorum. Ordan oraya okuyup durduk bu blog jargonunda Mim ne menem bir nanedir ve nasıl yenir. Kıt olan anlayışıma göre anladıklarımı şöyle sıralayabilirim;


a- Virüsü sana çaktım. Nasıl iyimi ?
b- İyi anam. Ben de başkasına çakarım. İt ite, it kuyruğuna. Herkes virüslü olsun blog ta
c- Ebe sensin. Bir milyon dokuz yüz yetmiş beş bin altı yüz seksen dokuza kadar say
d- Canım sıkıldı. Hadi bana bir şey itiraf etsene. Öyle kafana göre olmaz. Konuyu ben söyliycem

e- Ben yazıyorum canım çıkıyo. Onlar okuyo. Bedavaya hiçbir şey yok. Hadi bakalım hareketler sert ve canlı ossun.

f- Epeydir yazmıyosun. Bi konu verim de, gör ananenin mor çiçekli elbisesini.

g- Bir ara büyük şehirlerde iğne saplayıp kaçan tipler vardı. Mim ciler de böyle bir taraf varmı ?

h- Canım çok mim istedi. Ama adaletli de olmalıyım. Şu izleyici listesinden işaret parmağımı ağzıma götürüp, “Ooooo, it osurdu. Bit Osurdu. Tıs pıs. Osuruklu Kız” diye sayıp, çıkanı çalıştırayım. Beyni, eli, gözü açılsın. Bende okuyayım durumu.

Yada ;

i-Seni seviyorum. Benim için değerlisin ve senden bunu ispat etmeni istiyorum. Ve seni haneme davet ediyorum getireceğin hikayenle.

Ben başıma gelen bu MİM hadisesini son seçenekteki gibi algıladım ve Başak Hanımefendiye kendileri için de uygun olan bir vakti zamanda gelebileceğimi bildirdim. O da sağ olsun, uğraşmış; kek, çörek, baklava, börek hazırlamış ve bizi beklemeye koyulmuş o vakitte hanesinde. Zili çaldık, kapı açıldı ki kendileri bir sevinç ve pür neşe. Buyur etti bizi içeriye, yer gösterdi. Başak Hanımefendi misafir gelecek diye ev halkını bir haylice talim ettirmiş. Gümüş iki küçük “Mi mi” dedi. Badem de selamımıza ufak bir “Vooff” dedi. Başak Hanım didindi, durdu ortalıkta. Çaylar döküldü ince belli bardaklara, çörekler börekler şan oldu midelere, kahveler sürüldü ocaklara. İzzet-ü ikram, Ali-ül Ala. Başak Hanımın da dinlenme vakti gelince; aldı çay bardağını eline, oturttuk baş köşeye kendisini ve açtık yanımızda getirdiğimiz hediye paketini ki, hoşça kulaklarına değsin. Mutlu mütebessim olsun kendileri.

Efendim ! Vakti zamanın birinde Ali Necip adında bir sıpanın teki varmış. Ailesinin, baba tarafı üç nesil Fransız mekteplerine gitmiş ve Fransızca’yı iyi konuşurlarmış. Anne, baba ve babaannesinin de tüm arzu ve emelleri de bu yönde, Ali Necib in Fransızca öğrenmesi imiş. İlkokul dördüncü sınıftan itibaren dolap beygiri gibi talim ettirmişler yabancı mekteplerin imtihanları için. O yıllarda öyle tek sınavla bir yere girmek yok. Bütün okulların, koca bir yaz dönemine yayılan ve farklı günlerde yapılan imtihanları var.

Her neyse hikaye tatlıdır, uzatmayalım;

Ali Necib, sonunda bir Fransız Papaz Mektebine kapağı atmış. Herkes pür neşe ama bizimkisinin suratından düşen, bin parça. Bu Fransızca denen lisanı münasip, bir haylice zor. Okulda kara elbiseli papaz hocalar var. Sınıflar loş. Bizimkinin içi zaten doğuştan dertli. Melankoliyi tetikleyecek her şey var. Kitaplar İstanbul telefon rehberinin iki katı. Çantanın o kadar kitabı alabilmesi için kocaman seçilmiş. Kendisi talebe mi, hamal mı? bilmiyor. Çanta kendinden büyük. Bazen korkuyor, çanta üstüne düşer de, eşek cennetine giderim diye. Okul, öğleden sonra üç buçukta bitiyor. Üstüne, bir de etüt denen bir şey var ki, karanlık karanlık salonlarda yapılıyor. Çıt çıkar, ceza veriyorlar. Bunlarda yetmiyormuş gibi eve de, sürekli yazılı ödev var. Yaz baba yaz. Öyle, çala kalem falan değil. Kaligrafi dersindeki gibi güzel bir el yazısı ve dolmakalem ile. Sadece kırmızı renk kullanmak gerekirse tükenmez kaleme izin var, o kadar. 1930-40 ların eğitim sistemi. Aksiyon Reaksiyon ikilemesi ile çalışıyor. Tepkisel yöntemlerle bebeler adam olacak. İki sene hazırlık. El alemin çocukları orta sona geçmiş. Bizimki hala orta bir. Onur kırıcı bir durum kaybı olmamasına rağmen. Kendisine kaçıcı sınıfa gittiği sorulduğunda; hazırlık okudum eklemesi yapıyor. Vakitler geçiyor. Bizimkinin metabolizması değişiyor. Kızların at kuyruğu saçlarına, eteklerine dikkat etmeye başlıyor. Bir de üstüne, zamanlar bahar ayları. Sormayın gitsin. Vücutta geometri baş aşağı vaziyette. O sıralar orta ikiye gidiyor. Zaman zaman arkadaşlar ile okulu kırıp Adaya falan kaçıyorlar. Babanın imzası taklit ediliyor öyle anlarda, na-mevcut kağıdı için. Arada sırada da Arto Tömsü diye bir arkadaşıyla Ataköy sahilinde balık tutuyorlar.

Bu Fransızcanın dilbilgisi acayip sakat ve zor bir iş. Bir de yazımı var ki, o da ondan beter. Bu yazma dersine Dictée(dikte, dikte etmek) deniyor. Açıklamak gerekirse; hoca seçtiği bir Fransızca metni okurken, sınıftaki bebelerde yazım ve dilbilgisi kurallarına uygun yazmaya gayret ediyorlar. Belirli bir kuralı yok ve sürekli istisna kelimeler var. Bir de Fransızca lisanında bir kelimenin dişi yada erkek olma durumu söz konusu. Mesela “masa” kelimesi dişi, “süt” kelimesi erkek. Hepsini ezbere bileceksin. Zira kelimenin yanına gelen sıfat, zarf ne varsa, hepsi bundan etkilenip o dişilik yada erkeklik durumuna göre yazılıyor. Kelimenin tekil, çoğul olması da üstüne biber. Anlayacağınız katmerli bela.

Bu yazım dersine gelen koca burunlu, Mösyö Edizel adında İstanbul ekalyetinden bir zat. Sordu mu, en kazığından soruyor. Hocanın, kimsenin bulamadığı bir kırmızı kitabı var, hep oradan geliyor metinler. Aynı dönemde okulun müdürü de Fransız hükümetinden tayinle gelen, Mösyö Fek adında iri yarı bir baş papaz. Okul müdürü gençliğinde profesyonel boksörlük yapmış sonra Fransız Lejyonuna katılmış. Fakat daha sonra, Lejyonda işlediği günahlar yüzünden tövbekar olup, Lazarus tarikatine ait bir manastıra kapatmış kendini. Sonrada İstanbul’a çıkmış tayini. Pek ortalıkta gözükmeyen ama okulda geçmişi yüzünden pek korkulan bir baş öğretmen. Kendisine çarpılan yok ama namı almış yürümüş.

Bu dikte sınavının olduğu bir bahar günü, Ali Necip ile dört beş arkadaşı öğleden sonra sınava girmemek için okulu kırıyorlar. Mösyö Edizel’in huyu gereği; yoklamada beş veya daha fazla talebe eksikse; onları ayrıca imtihana alıyor. Böylelikle kazıktan kurtulup, birbirleriyle yardımlaşabiliyorlar. Okulu kırıp, doğruca Franko’nun kahvesine gidiyorlar. Okey, mokey. Al karoyu ver papazı derken, bizimkisi bir ara tuvalete gidiyor. Geri döndüğünde çocuklardan kimse yok. Bir anlam veremiyor. Çocukların gidebilecekleri her deliği gidip arıyor ama kimseler yok. Geri dönüyor Franko’nun kahveye. Okulun dağılma saatine kadar kahvede bekliyor, içi içini yiyerek. Arkadaşı İrfan’ın kahveye gelişiyle öğreniyor neler olduğunu;

Bizim adam tuvaletteyken teneffüsten kaçan bir arkadaşları kahveye geliyor. Mösyö Edizel’in hasta olduğu için derse gelemediğini yerine okul müdürü Mösyö Fek’in gireceğini ve yan sınıftan ihbarla müdürün çok kolay sorduğunu haber veriyor. Herkes tabanlara kuvvet okula dönüyor. Müdür yoklamayı yaptırmadan sınıf tam diye imza atıyor. Bizimkisi içerde gözüküyor. Ama fiziken yok. Bir de kolay sormuş. Herkes 9-10 bekliyor.

Bizimkisi zeki ya; aniden saksıyı çalıştırıyor. Doğru okula. Millet eve giderken bizimki, ceza almış talebelerin arasına karışıyor. Oturuyor etüt salonuna. Ortalık sakinleşince, doğru müdürün odasının civarında bitip, gelip geçmeye başlıyor kapının önünden. Müdür odada değil ama kapı da kilitli. Bizim eşek sıpası, yan taraftaki açık pencereyi fark edince; yan taraftan geçerek pencereden müdürün odaya süzülüyor. İmtihan kağıtları masanın üzerinde. Ama sınav kağıtları kırmızı kalemle kontrol edilmiş, hatalar işaretlenip notlar verilmiş müdür tarafından. Takmıyor Ali Necip. Hemen kendine de bir yazılı kağıdı oluşturuyor arkadaşlarının kağıtlarına bakarak. Bir iki de hata attırıyor. İşaretliyor hataları. Dikkat çekmesin diye kendisine bir 7 numara veriyor. Altına da basıyor müdürün imzayı kırmızı kalem ile. Bizimki, kendini acayip takdir ediyor harekatı bitirdiğinde. Geldiği yerden çıkarak kahveden çantasını alıp eve dönüyor son otobüsle.


Arkası Yarın...

9 Ağustos 2009 Pazar

Evlilik Yıldönümü – Eve Dönüş


Bu yazıyı yazmayı hep erteledim,çünkü daha ilk satırdan gözlerim doldu.Ama bugün sizin evlilik yıldönümünüz belki de onun içindi bunca zaman beklemem.

Anneciğim,Babacığım,

Ben evime sekiz senedir hiç gitmedim.Evet babacığım sen öldüğünden beri…Zaten sen annemden daha iyi bilirsin annem bizi bırakıp gittikten sonra ben o evde kalmak hiç istememiş,sonunda bir tek gece içinde evi terk edip gitmiştim.Halbuki kalsaydım en azından seninle daha çok vakit geçirebilecektim ama öyle kızgındım ki sana ve aslında hayata…

Evim, daha on aylıkken gittiğim,tüm çocukluğuma,ilk gençliğime şahit ,bir türlü sevemediğim,sonradan bir de ağabeyime ve bana miras olan yer.

Evim;E 5 ‘te Cennet mahallesinde iner köprüyü geçersiniz,karşınızda Atatürk ormanı,o daha çevresine çitler gerirmeden önce tüm çocukluğum boyunca içinde deliler gibi oyunlar oynadığım orman.Ormanı takip ederek yol boyu yürümeye devam edersiniz.Sağlı sollu meyve ağaçları görürsünüz.Ne çok tırmanmışımdır tepelerine tüm çocukluğum boyunca…Sonra yol biter ,siz köşeden gene ormanı takibe devam edersiniz.Bir kaç ev sonra sağ tarafınızda iki katlı bir apartman;üst katta ilk kız arkadaşımın evi,Kemal Amcalar.Hemen yanında kedileri çok seven Nuray teyzeler altlarında dedikoduyu çok seven Güler teyzeler.Bahçe bitiminde su künkünden bozma iki basamak ve işte bizim evin bahçesindesiniz.İlk göreceğiniz babamla birlikte ektiğimiz benim yıllarca büyümediği için çok hayıflandığım sonradan birden boy atan çam ağacımız.Kapıya giden yolun sağ tarafında annemin mor sümbülleri.Ve işte kapı ziline giden 5 basamak.Benim yaylandıkları için üzerinde bolca zıpladığım ve sonunda çatlatmayı başardığım beş basamak…Basamağın bitiminde sarı camlı ,kahverengi boyalı demir kapımız ve doğum günü şarkısını çalan kapı zilimiz…

Ben o kapıyı çalamam anne.Anahtarım olduğundan değil.Anahtarım uyar mı onu da bilmiyorum ki.Kapı hala kahverengi ve demirden mi onu bile bilmiyorum ben anne.İçeri girince arada bir taşlık sonra dışı siyah içi beyaz bir tahta kapı olacak mı onu da bilmiyorum.Sonra portmantonun durduğu küçük bir koridordan geçip karşıma yukarıya çıkan merdivenler çıkacak,solum salon,sağım mutfak.Ben soluma dönemem anne.Ben salona giremem anne.Girersem ilk göreceğim şey yürüyemediğin için tam onüç sene üzerinde yaşadığın yatak.Girersem seni görmem lazım,girersem senin orada olmadığını ,yatağın orada olmadığını,hatta bütün mobilyalarımızın,babamın üzerinde televizyon seyrederken uyuduğu koltuğun bile orada olmadığını görmem lazım anne.

Ya odam,yeşil boyalı L şeklindeki odam.Nice sırlarımı gömdüğüm duvarlarına yazılar yazdığım,sevdiğim şiirleri astığım odam.Karyolam hemen karşısında gardolabım,yatağın bitiminde beyaz kütüphanem ve çalışma masam.Çekmecesinde ilkokuldan bu yana aldığım tüm karneler duruyor olmalı.Merdivene en yakın, sizinle,ağabeyimin arasında ki oda.Artık benim bir odam yok anne.Ne duvar yazılarım ,ne karnelerim,ne sevdiğim şiirler…Bana ait hiç bir şey kalmamış,bu oda bana yabancı benim değil anne.Ağabeyim hepimiz gidince değiştirmiş her şeyi.Sizin odanızda öyle,senden babamdan tek bir eser yok.Elbiselerini ihtiyacı olan birilerine vermiş.Düşünebiliyor musun anne senin elbiselerini başka bir kadın giyiyor şimdi.Babamın kileri de vermiş anne.Hani babamın hep giydiği kahverengi pardesüsünü başka bir adam giyiyor şimdi anne!!!

Babacığım hani bir kez çatıya çıkmak için dayadığın basamaklardan bende çıkıp peşinden gelmiştim de boyum kısa olduğundan bir türlü inmeyi başaramamıştım.Sonunda sen söylene söylene beni kucağına alıp indirmiştin.Artık çatı katına çıkan bir merdivenimiz varmış baba.Bir de çatı katında yaşayan güvercinlerimiz.Halbuki kör de olsa bizim bir kedimiz vardı baba.Kediler kuşları yemez mi???

Ben sekiz yıldır evime gitmiyorum anne.Gidersem o ev beni öldürecek anne.Gidersem gerçekleri görmem gerekecek anne.Gidersem sen olmayacaksın,babam olmayacak,gidersem anılarım olmayacak,çocukluğum,gençliğim,birlikte oynadığımız oyunlar,binlerce anımıza şahit eşyalar olmayacak anne.Gidersem ev üzerime yıkılacak,gidersem çam ağacımız küçülecek anne.Gidersem babam ölecek anne! Gidersem sen öleceksin anne!!!

Not:Pazar gününüzü mahvettiğim için beni affedin.Ama yazmam hatta o eve gitmem gerekiyor.Öykü’m umarım sen okumazsın.

SAYAÇ

Sitenizesayac.com